Türküler, halkın malı olmuş, sevilmiş ve ağızdan ağza dolaşan kültür ürünleridir. Sosyal bir temele, yüklü bir duyguya, kuvvetli bir müziğe dayanan türküler, asker ocağında, düğün-dernek ve kır eğlencelerinde, okullarda, halk sanatçıları, öğretmenler, askerler ve çalgıcılar aracılığıyla geniş bir çevreye yayılırlar.

Başlangıçta bir olayı, bir duygu coşkunluğu neticesinde halk arasında doğan türküler zamanla geniş bir alana yayıldığında hem müzik, hem de şiir bakımından değişmeyen ve daha kolektif duygular taşımaya başlar. Değişik çevrelerde değişik duygular içersinde söylenen türküler bir takım katma söz ve ezgilerle eski havasını kaybedebilirler. Aynı türküyü aynı bölgenin insanları ayrı ayrı okudukları, hatta aynı kişinin bir türküyü değişik zamanlarda birkaç defa okuduğunda her seferinde ya eksik, ya ziyade okunduğu bilinen bir gerçektir. Kaynak kişi türkünün daha etkili olması için ya kendisi sözleri tahrif eder, ya da değişik sözler ilave eder. Bir ezginin başak türlü okunmasının, ya da buna benzer bir takım değişikliklerin olmasının başlıca sebepleri şöyle sıralanabilir:

Herhangi bir ezgi aynı kişi tarafından iki ayrı derleyiciye değişik zamanlarda verilmişse, ezgiyi veren kişinin o andaki duygusallığı yüzünden kelimelerde ya da mısralarda bir takım değişiklikler söz konusu olmaktadır. Mesela, bir sanatçı “canım, anam, babam” ve bu gibi kelimeleri kullanacaktır. Bu gibi değişiklikler pek fazla sakıncalı olmamakla birlikte anlam ifade eden ya da yer belirten sözler için sakıncalı olmaktadır. Bir seferberlik türküsünde, “Trabzon’dan çıktım başım selamet” yerine “Giresun’dan çıktım başım selamet” veya “Ordu’dan çıktım başın selamet” denilmesi ezgide daha sonra yer yanlışlığına meydan verecek değişikliklerdendir.

Herhangi bir ezgiyi yarım-yamalak, kulaktan kulağa duymak suretiyle öğrenen kişinin ezgiyi vermesi anında düşeceği kusurlar:

Ezginin aslı ve doğrusu ortaya çıkınca geçmişte yapılan hatalar hemen düzeltilir. “Ötme bülbül ötme şen değil bağım” ezgisinde “haberim duyarsın geyiklerinen/yaremi sarsınlar şehitlerinen” sözleri, “haberim duyarsın geyiklerinen/yaremi sarsınlar seyiklerinen” şeklinde değiştirilmiştir. Çünkü, buradaki şehit kelimesinin yara sarmakla bir ilgisi yoktur. “Seyik” ise, halk arasında kullanılan basit bir ortopedik cihazdır.

Yakın kasabada oturanlar, ya da coğrafi bölgeleri ayrı kişiler, bölgesi içine giren bir kasabanın ezgisini kendi kasabasına mal edebilmektedir. Oysa, ezgilerimizi gelişi-güzel, ya da anlık duyguların esiri yapmadan, onlardaki anlam zenginliklerini bozmadan ve ezginin aslı ne ise ona uyarak icra etmek en doğru yoldur.

Yakılan bir türkü, cemiyete ters düşen söz ve ezgi bölümleri varsa, bu söz ve ezgi türküde silinmemişse, manaya helal getirmeden değiştirilmesi, hele bu ezgi radyoda yayınlanacaksa bu söz ve ezginin yayına uygun bir hale getirilmesi doğaldır. Fakat, özel sohbetlerde söz ve ezginin aslına uygun çalınıp okunması elzemdir. Çünkü, türkü böyle anlamlıdır.

Birinci Dünya Harbi’nden sonra İtilaf Devletlerinin Anadolu’yu işgal etmeleri üzerine sık sık isyan çıkaran azınlıkların hareketlerine karşı Anadolu halkının yaktığı;

“Onikidir imanım amam şu Burdur’un dermeni
Dermencisi efem aman U’rum değil Ermeni
Ya kendisi efeler ya kellesi gelmeli
Ay karanlık görünmüyor izimiz"

Üç kardeşiz efem kurban gitsin birimiz” diye devam eden türküde, ikinci mısra “Dermenciye efem nasıl gönül vermeli” olarak değiştirilmiştir. Mana kaybolmuş mudur? Evet, kaybolmuştur ama, yayınlanırken havayı yumuşatmak için değiştirilmesi gerekmiştir ve bu değişiklik Atatürk tarafından yapılmıştır.

Halk, doğru bildiği, inandığı konularda türkü yakar. Ismarlama türkü yakmaz, yakarken de onun-bunun etkisinde kalmaz. Yakılan türkü halkın benimsediği ölçüde anlamlı ve güzeldir. Kısaca, halk silah zoruyla (!), ağa, bey baskısı ile türkü yakmaz ama baskı altında bile olsa doğruluğuna inandığı olayları türkü yapmaktan çekinmez. Hatta, padişaha bile kafa tutar:

“Ne çeker kulların serhad ilinde
Bilinmez hünkarım görülmeyince
Bunca memleketin kâfir elinde
Kaldı inanmadın ayrılmayınca”

Tefenni/Burdur halkının dilinden düşmeyen “Şu Çavdır’ın Hanları” adlı türkünün ilgi çekici bir hikayesi vardır. Tefendi yöresinde Rıza ve Ali iki eşkıyadır. Yöre halkı tarafından sevilen Rıza ve Ali’nin jandarma komutanı “Feridun Bey” tarafından vurulması üzerine “Şu Çavdır’ın Hanları” türküsü ortaya çıkar. Kim tarafından yakıldığı bilinmeyen bu türkü, her tarafa yayılır, 70 yıldan beri dilden dile dolaşır. Feridun Bey, jandarma komutanıdır, halkın korktuğu bir kişidir. Ancak, halk tarafından yerilebilmektedir:

“Şu Çavdır’ın hanları
Haydi parıldıyor camları
Kahrolasın Feridun Bey
Aman nasıl kıydın canları”

Son günlerde mahalli basında Zeybek türü türkülerimizden “Mican” türküsünün sözlerinin değişmesi gerektiği, halk tarafından sevilen “Mican”a halkın;

“Mican sen öleceksin
Kabire gireceksin
Dokuz tahta altında
Ne cevap vereceksin”

Gibi söz söylemesinin mümkün olamayacağı ve sözlerin Mican için değil de, “Kel Seyid” için söylenmiş olabileceği, bunun için de bu “yanlışlığın” düzeltilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Yukarda da ifade edildiği üzere halk, kahramanlarına türkü yakar, hayatını efsaneleştirir. Mican’a yakılan türkü unutulmamıştır.

İleri sürülen görüşlere göre, devrin ağaları, beyleri, çıkarcıları (!), türkünün sözlerini değiştirmişler veya Kel Seyid taraftarları ile Mican taraftarları arasında doğan bu husumetten dolayı Kel Seyid taraftarları türküyü çarpıtmışlar. Olmaz öyle şey! Bu, fındık bahçesinde Kel Seyid ve Mican taraftarlarının karşılıklı olarak birbirlerine okudukları “atma türkü” müdür ki, bir tarafta Kel Seyid’in taraftarları, diğer tarafta Mican’ın taraftarları atışıyorlar!.. Halk, para için, hatır-gönül için türkü yakmaz. Türkü yakarken de kimseye danışmaz. Bu sözler Mican için söylenmiş olması bile, masa başında türkü sözleri değiştirilmez. Değiştirmek de kimsenin haddine düşmemiştir. Böyle bir değişiklik halk müziğinin ruhuna aykırıdır. Derleyiciler, derledikleri türkünün sözleri niye o kişiye değil de, bir başka kişiye atfedilmiş diye araştırma yapmazlar. Neden yakıldığına dikkat çekerler. Çünkü, bilirler ki, halk türküyü sebepsiz yakmamıştır. Mican türküsünün sözlerini değiştirmeden çok, kaynağa inerek halkın neden “dokuz tahta altında ne cevap vereceksin” demesindeki inceliğini araştırmak gerekir. Halkın burada yaptığı “cinas”a dikkat etmek gerekir. Kaldı ki, masa başında sözleri değiştirilen bir ezgi ise, türkü olmadan çıkar “beste” olur.

Mican türküsü, radyo repertuarına Ahmet Yamacı tarafından Halim Giresunlu’dan alınarak kazandırılmıştır. Derleme yılı muhtemelen 1952-1953’tür. İstanbul Radyosundan Orhan Dağlı, türkü derlemek üzere bu yıllarda Ahmet Yamacı’nın bulunduğu bir grupla Giresun’a geldiklerini söylemiştir. Daha sonra, 1958’de Sadi Yaver Ataman da, rahmetli Küçük Hüseyin’den bu türküyü notaya almıştır. Radyo repertuarında bendleri dört, bağlantıları iki mısralı olarak çalınmaktadır:

“Kahve koydum fincanı
Hele bakın Mican’a
Körolası Kör Seyid
Nasıl kıydın bu cana
Oy benim canım
Dünyalarda bir canım
Martinimin kolları
Gece geçtim yolları
Aslan Mican geliyor
Saymaz karakolları
Oy benim canım
Dünyalarda bir canım”

Konuya biraz daha açıklık getirebilmek için Micanoğlu’nun hikayesini Ahmet Caferoğlu’nun bir çalışmasından bugünkü dile aktaralım:

“Micanoğlu, Keşab’ın Engüz köyünden Hüseyin Efendi isminde meşhur bir eşkıya idi. Bir iftira yüzünden söylenmiş olduğu kızın kaynatasını vurdu. Hükümet onu tuttu. Sonra hapishaneden kaçtı. Ordu’nun Gürcü eşkıyalarına katıldı. Hâl-i harekatı merhametli idi, zenginlerden istediğini alırdı, fukaralara verirdi. Giresun tüccarından birini kaldırdı ve onun büyük kardeşi hükümete istida verdi, “ben kardeşimi parayla alacağım”. Sonra, beşyüz lira gönderdi. Micanoğlu dokuz kişiydi, adam başına ellişer lira taksim oldu ve kaldırdığı adamın kardeşine elli lira verdi. Kaçırılan adam:

More erkekdür bu adam, etimi yedirdi, şarabımı verdi, burnumu kanatmadı, o kadar iyi adam dedi.

Giresun, Ordu, Tirebolu civarlarında eşkıyalık yapardı. Bunun türküsü de vardır:

“Galisarı ben yaktım
Giresun’a ev yaptım
Darılmayın kardaşlar
Beyler ağzına baktım”

Bu mısraı dikkate almak gerekirse, Micanoğlu’nun da beyler ağzına baktığını söyleyebiliriz. Elbette, Micanoğlu’nun da arkasını verdiği bir bey-ağa vardır. Çünkü, eşkıya genellikle sarp dağlarda yuvalanır. Bu durumda belli bir gücün desteğine ihtiyaç duyulur. Kendilerine bazen köylüler, bazen de bulundukları yörenin zengin ağası yardımcı olur ve bunlar yatak adıyla anılır. Ünlü eşkıya Çakırcalı Mehmet ve de Balçıklı Ethem de arkasını bir beye, ağaya dayamamış mı?

Aslında, Giresun’un olaylı türkülerine en güzel misal teşkil eden bu ezgiyi ideolojiye kurban etmeden masa başında karar vererek değerlendirmek yerine, olduğu gibi kabul etmek ve sözlerinde bir değişikliğe gitmemek gerekir ki, bu da halk müziğimizin yapısına uygun bir davranış olacaktır.

Mican’a hitaben “dokuz tahta altında ne cevap vereceksin” denmesinde halkın ince ruhunu aramak gerekir. Akla-hayale gelmeyen işler yapan Mican’a halk bu mısra ile gıpta etmekte, övmektedir. Yoksa, yermemektedir. Kaldı ki, yerse bile halk ezgiyi böyle söylemişse, elbet bir sebebi vardır. Boşuna da söylememiştir. Micanoğlu da bir insandır. Boşuna da söylememiştir. Halk bu hatayı görerek “Mican sen öleceksin…” demişse bundan tabi bir şey olamaz.

II. Abdülhamid devrinde geçen, Micanoğlu’nun efsaneleştiği bu türküyü o günlerin şartlarını göz ardı ederek değiştirmek tutarlı bir yol olamaz. Halk müziğinde mihenk taşı halkın kendisidir. Eğer bu türküde halkın beğenmediği sözler olsaydı, zaten zaman içinde süzgeçten geçirir, özümlerdi. Halbuki, kaynak kişilerin söylemediği “Mican sen öleceksin” mısrasını Giresun’da 7’den 70’e herkes tarafından okumaktadır.

Sonuç olarak, halkın ısmarlama türkü yakmayacağını, sevdiği, inandığı kişilere türkü yaktığını hatırdan çıkarmadan, Mican türküsünü değerlendirmek ve yorumlamak gerekir. Yıllarca önce yakılan bir türküye bugün ahkam kesmek halk müziği kültürü ile bağdaşamaz. Öyle olsaydı daha iyi olurdu diyerek sona ermiş bir olaya yön vermek, bugünün makineleşmiş, türkü yakılmayan bir zamanda bulunan nesle düşmez. “Mican sen öleceksin…” mısrası ile “Kel Seyid öleceksin…” mısrası arasında dağlar kadar fark vardır. “Mican sen öleceksin…” mısrasında bir canlılık, “Kel Seyid sen öleceksin…” mısrasında bir tutukluk, söylenildiğinde prozodi hatası ilk bakışta kendini belli etmektedir. Neticeden, şöyle olsaydı daha iyi olurdu gibi düşüncelerle tevile gitmek bizleri yanlış yola sevk edecektir. Türkünün aslı ne ise ona sadık kalmak gerekir.

Kaynaklar: Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, İstanbul 1975; Şenel Önaldı, Bir Pınar Ki, TRT-II (21.7.1979); Ahmed Caferoğlu, Kuzey-Doğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar, İstanbul 1946; Ayhan Yüksel, “Halk Müziğinde Değişiklikler”, Yeşilgiresun, 23.10.1979.

Her hakkı saklıdır. Yazarının ve Serander.Net'in izni olmaksızın alıntı yapılamaz, kullanılamaz.

* Bu yazı, Yeşil Giresun gazetesinde 9-10-11 Eylül 1979 tarihlerinde yayımlanmıştır.